Başka bir insanın hakikati, onun sana açıkladığı şeyde değil, açıklayamadığı şeydedir. Bu yüzden, onu anlamak istersen, söylediğine değil, söylemediğine kulak ver.
Halil Cibran
Keşke sen ben olsan; seni sevmenin ne kadar zor olduğunu anlasan. Keşke ben sen olsam; bu kadar sevilmenin tadını çıkarsam.
Özdemir Asaf
Bana söylersen unutabilirim. Gösterirsen anımsayabilirim. Ama beni de katarsan anlarım.
Kızılderili Atasözü
İnsan, anlamadığı şeye sahip olamaz.
Goethe
Belki de insan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu.
George Orwell
Anlamak ve anlaşılmak, insanı insan yapan en temel kavramları oluşturuyor. İster bir tanrının sizi elleriyle tasarlayıp doğaya saldığına; isterseniz doğanın sizi milyonlarca yıl içerisinde meydana getirip tanrı olma yolculuğuna salıverdiğine inanın… Neye inanırsanız inanın doğayı, tanrıyı ya da kendinizi anlamak, anlaşılmak istemek en temel güdümüzü oluşturuyor. Bu yazımızda sadece insanın anlaşılmak isteme güdüsünden değil, aynı zamanda doğanın / yaratımın da anlaşılmak isteme güdüsünden bahsetmeye çalışacağız. Böylece kendimizi anlamak için bilinç kameramızı kendimizin dışına odaklayacağız. Hadi yolculuğa başlayalım… 🙂
Anlamak Etimoloji
Her zaman yaptığımız gibi kelime kökünden başlayalım: Anlamak kelime kökü eski Türkçe’de, genizden okunan ŋ harfine sahip “aŋ” kelimesidir. Arapçada “en kısa süre” anlamına gelen “an” kelimesinden farklı olarak; “aŋ” kelime kökü “ayrım” demektir. “-la” yapım eki alarak fiile dönüşmüş ve “ayırt etmek” anlamını almıştır. Yani anlamaktan bahsederken aslında biz bir şeyleri ayırt etmekten bahsediyoruz. Keza Arapça “an” kelime kökünden “anmak, anımsamak, anıt, andaç” gibi zamana, bilhassa geçmiş zamana referans veren kelimeler türerken; eski Türkçe’deki “aŋ” kelime kökünden “anlayış, anlaşma, anlatı” gibi idrak etme, ifade etme, ayırt etme kavramlarına referans veren kelimeler türemiş.
Literatürde, eski Türkçe ve Arapça bu iki kelime kökü arasında hiçbir tarihsel bağlantı bulunmamasına rağmen ilginç bir şekilde kelime kökleri birbirlerini destekleyen bağlantısallıklara sahip. Zaman anlamındaki her bir “an”; zamanın bütününü parçalarına ayıran en kısa süre anlamında. “Ayrım” anlamındaki “aŋ” ise kavramları birbirinden ayırt etmek için kullanılıyor. “An”; zamanı özüne indirgerken “aŋ” ise bir olguyu, kavramı, olayı özüne indirgemeye çalışıyor. Yani en temel parçacığı ifade ediyor.
Özetle bir konuda “anlıyorum” dediğimizde aslında o konunun “en öz halindeyim, en temel noktasındayım” demiş oluyoruz. Nasıl ki “andayım” dediğimizde zamanın en kısa süresinde, en temel noktasında olduğumuzu ifade ediyorsak; anlamak da bu en temel kavrama referans veriyor.
Anlamak kelimesinin etimolojisi, yolculuğumuzda elimizdeki kameraya kaliteli bir lens takmamızı sağladı. Artık her anlamak, anlayış ifadelerini kullandığımızda bu objektiften seyreyleyeceğiz. İnsan olarak doğayı, evreni ve varoluşu anlamaya çalışıyoruz. Yani en temel halini görmeye, o hal olmaya çalışıyoruz. Tevekkeli değil; fizikçiler de evrenin işleyiş sistematiğini anlama yolculuğunda, “her şeyin teorisi” dedikleri o nihai öze ulaşmaya çalışıyorlar. Yani evrendeki her bir zerreciğin konumunu, hızını, sıcaklığını, her şeyini anlamamıza yarayacak olan nihai denklemin arayışındalar. Öyle bir formül ki, hem çok basit, hem çok kısa, hem de her ama her şeyi açıklayabilecek güçte. Tıpkı “an” kelimesi gibi. Zamanın en kısa süresi. Daha küçük bir parçaya bölünemeyecek en kısa olgusu ama tüm zamanı yaratan yegane şey an. Bilim insanları da zaman içerisinde kendilerini geliştirerek, pek çok olguyu birbirinden ayırt etmeyi başardı. Arayış halen sürse de, her “an” daha fazla veri ayırt edilerek evreni daha fazla anlamaya başlıyoruz.
Kendi hayatlarımızı anlama çabamız da benzer bir süreçten geçiyor. Her an, kendimiz ve çevremiz hakkında daha fazla veri elde ediyoruz. Böylece kendimizin ayrımına varıyoruz, fark ediyor, idrak ediyoruz. Günlük hayatın keşmekeşi içerisinde benliklerimiz zamanın karanlık sularında eriyip gitse de, kendi varlığımızın ayrımına varıp öz farkındalığımızı idrak ettiğimiz o “anlarda” kelimelerle tarif edilemeyecek küçük idrakler yaşıyoruz. Nasıl ki zaman bir bütün iken zamanın içerisindeki o nihai “an”’da kalmak özel bir şey ise, “aŋ ”’da kalmak da kendimizi anladığımız, ayrımına vardığımız özel anlardan biri.
Evrenin Oluşumu & Anlayış Replikası
Peki anlamak, anlayış neden önemli? Bir şeyi anlamak için onu gözlemler, inceler, düşünür ve içselleştiririz. Bu anlama süreci muazzam bir simbiyotik iletişim meydana getirir. Siz ve anlamaya çalıştığınız şey arasında bir bağ oluşur. Bu bağ sayesinde siz kendinize yeni bir kavram katarak büyürken, anlamaya çalıştığınız şey de kendisinin bir replikasını sizde meydana getirmiş olur. (Bunu sadece bir ağaca bakarken idrak etmiştim ve ağaçlara her baktığımda bu idraki yaşayıp çok etkilenirim.) Böylece ölümsüzleşir. Örneklendirelim: Diyelim ki bir ressam muazzam bir doğa manzarasına bakıp tuvaline aktarıyor. Çünkü o doğa manzarasına bakarken içerisinde oluşan hisleri de, o doğa manzarasının kendisini de anlamak istiyor. Anlamak için de ayna tutması gerekiyor yani kendi ellerinden çıkması gerekiyor. Böylece çok hoş bir tablo yaparak sergiliyor. Sergiye gelen bir izleyici tabloya bakıp doğa şekillerini kendi çizgileriyle resmeden ressamın iç dünyasını anlamaya çalışıyor. Mesela neden güneş ve akarsu spiral şeklinde çizgilere sahip ya da neden o renkleri kullanmış… Seyircinin ressamı anlama çabası da aynı güdünün bir eseri: Resmin seyircide yani kendinde bıraktığı hisleri anlama çabası. Yani aslında seyirci ressamı değil kendisini anlamaya (kendi hislerini ayırt etmeye, özüne inmeye) çalışıyor. Akabinde, resim meraklısı sanat sever seyirci kadını bir adam sevmeye başlıyor. Adam kadının resim ve sanat tutkusuna hayran oluyor. Dünyaya farklı gözlerle bakan bu kadını anlamaya çalıştıkça daha çok seviyor, sevdikçe daha çok anlamaya başlıyor. Çünkü adam, kendince bir sanat eseri kadar güzel gördüğü kadını, onun resim tutkusunu anlarsa, içindeki karmaşık duyguları ve tutkuları anlayacak, yani kendisini anlayacak.
Böylece o doğa manzarasının bir kopyası ressamın tuvalinde olacak. Ressamın hissettiği duygular ve anlam dünyasının bir kopyası, tabloyu seyreden kadının benliğinde olacak. Kadının benliğinin bir kopyası da adamın bilincinde olacak. Her kopyalama; tıpkı DNA sarmalarının kendilerini kopyalarken dönüşüme uğrayıp bu muazzam canlı çeşitliliğini oluşturması gibi, birebir aynı değil, dönüşümlere uğrayarak gerçekleşecek. Böylece varoluş, evren; sadece fiziken değil, anlam olarak da durmaksızın, her an bir metamorfoz geçirerek kendini gerçekleştirecek.
ÖZetle tüm varoluş aslında kendisini anlamak için kendisini var etti diyebiliriz. Keza anlamak için gözlemlemek, incelemek, içselleştirmek gerekiyor. Kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi kendi içerisinde anlayış yoluyla kendisini kopyalayarak kendini var etti. Her gece gökyüzüne, yıldızlara baktığınızda bunu ispatlıyorsunuz:
Evren milyarlarca yıl önce gaz ve toz bulutuydu. Kütle çekimi ile toz bulutları bir araya gelerek belirsiz boşluk içerisinden kendilerini ayırıp formlar oluşturmaya, gök cisimleri meydana getirmeye başladılar. Gök cisimleri birbirleriyle çarpışıp kopyalandı, farklı yıldızlar ve gezegenler oluştu ve tüm bu çeşitliliğin arasında gezegenimiz üzerinde hayat meydana geldi. Tek hücreli canlılar kendilerini kopyalayarak çoğaldı ve çevrelerindeki doğayı anlamaya başladılar. Anladıkça, doğaya uyum sağlayan mutasyonlar geçirerek kendilerini kopyalamaya devam ettiler. Doğa bir bilinç yaratmak istiyordu çünkü anlam bulma çabası aslında her şeyin özüydü. Malum, tüm evren bu nedenle yaratılmıştı. O nedenle anlam bulacak, anlayabilecek canlıların gelişmesi için evrim akıllı bir yaşam formuymuşçasına diğer tüm olasılıkları elimine etti (dinazorlar vs.). Böylece günümüze kadar geldik. Şimdi gece gökyüzüne bakıyorsunuz. Yıldızları izliyorsunuz. Gaz ve toz bulutlarını… Göz bebekleriniz bir zamanlar o gaz ve toz bulutları idi. Nasıl oluyor da gaz ve toz bulutları kendilerine bakabiliyorlar?
An ile. Anın peşi sıra dizilmesiyle. ZamAn ile. Anlayış ile… 🙂
Anlama çabamız ve yolculuğumuz halen devam ediyor. Belki de hiçbir zaman tam anlamıyla anlayamayacağız. Ama yine de bizi var eden yegane güdü bu çaba idi.
Dahası… Anlamak sevmektir. Hepimizin anlaştığı bir dünyada görüşmek üzere… 🙂
Eğer bir tanrı varsa, senin ya da benim içimde değil. Seninle benim aramdaki boşlukta. Bir büyü varsa, birini anlamaya çalışmanın ve paylaşımın içinde. Bunu başarmak neredeyse imkansız ama önemli olan bu değil. Cevap, bunun için çaba harcamakta.
Before Sunrise Filmi (1995)
Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Her şeyin teorisi
Zamanın an’ı
Anlamanın manası
Tanrı parçacığı
Sebeplerin amacı
Amacın nedeni
Savaşların çözümü
Barışın elçisi
…
….
…..
AŞK…….
Bütün anlamların, manaların birleştiği yer. 🙂
Anlamağı hep yanlış anlamışız,sayenizde bilinç seviye atlamaya hazır gibi;bu hologram yapı evrende tuvali sürekli anladığımızda ortaya çıkan resmin hem içinde hem kendisi oluyoruz diye zannederken ortaya öz çıkıyor çekil aradan ortaya çıksın yaradan diyor;seyre dalıyoruz kendinden kendine tuvalin anlandığını seyrediyoruz aşık oluyoruz;olaya hakim olmaya niurtlendiğimizde tuval bozulmaya doğru hareket ediyor,biliyor çünkü anlanacağını ve heyecan hayret birarada eski döngüden yeni döngüye doğru anlama devam ediyor))…
“kendinden kendine tuvalin anlandığını seyrediyoruz” ifadeniz çok hoş 🙂 Öz’ü yakalamışsınız. Ama tıpkı aynı şeyin farklı kelimelerle ifade edilişi nasıl etkileyici ise varoluş da kendi anlam dünyasını sonsuz şekilde manifesto ediyor. Ancak o zaman tam ve bütün olunur keza.
Evet,bakış açımızı değiştiren bir idrak açısı;anlamayı hep bildiğimiz şekilde söylüyorduk halbuki anlamak yani görünmeyen veriyi görünür kılabilmek için kazım yapmak şeklinde değerlendiririrsek daha kolay olurdu şöyleki şimdiki anı anladığımızda bir sonraki anımızı oluşturuyoruz;an ışık hızında olanın zamanı ve sonsuz hızda olanın sıfır ölçüsüdür:şuurumuz sonsuz hızda ve sınırsızda hepliktedir yani görünmeyen özdeki veri okyanusundadır ve görmediğimiz bilmediğimiz veriyi ilhamla anı anlayarak(kazarak)ışık hızının altına çökertip bilicimizle veriyi görünür bilinir yapıyoruz ve gerçekliğimiz oluyor))yani aklımızı kullanmış oluyoruz böylece öyleki akıl sınırlı veri ile çalıştığında bilinç haline tekrar dönüyor ve maddeye bedenselliğe dönük çalışıyor;akıl sınırlı veriyi değerlendirip sınırsızlığa doğru yöneldiğinde tekrar şuur haline manaya dönük işlev kazanıyor ve tekrar görünmeyen veriyi anlayarak (daha iyi kazarak) bir sonraki anı tekrar oluşturuyoruz
[…] filmi bu yazıların birebir uygulaması adına güzel bir düşünce deneyi. Bir önceki yazımda (Evrenin Yaratılış Sebebi: Anlamak ve Anlaşılmak) tüm varoluşumuzun nasıl da anlam arayışımızdan geçtiğini somut örneklerle aktarmaya […]
[…] Her şey tek bir ÖZ, tek bir TÖZ’den meydana geldi. Işık tek ve birdi, prizmadan geçen beyaz ışığın renklerine ayrılması misali sonsuz renk ve forma bölündü. O halde başlangıçta manasız, anlamsız tek bir forma sahip ve hatta formsuz olan ilk hareket, nihayetinde yeni formlar yani yeni bir anlam dünyası yarattı. Şu an üzerine konuştuğumuz, tartıştığımız anlam ve mana dünyası. […]
[…] yazılar yazıyoruz, o nedenle konunun derinine dalmak isteyenler şu yazılara göz atabilir: https://zamaninotesi.com/evrenin-yaratilis-sebebi-anlamak-ve-anlasilmak/ https://zamaninotesi.com/bilinme-istegi-kisa-oyku/ […]